Siyasî partilerin de miyadı doldu, temsil işlevi artık çok fazla dolanıyor, birçok aracısı, birçok taşeronu var. Doğrudan buluşamıyor talep ve temsil. Halkın talepleri sokaktaki seslerde kaldı, sivil toplum örgütlerinin çağrıları havada asılı. Ülkemizde merkez denilen yerde bakanlıklar, bürokrasi şişmiş şişmiş patlamak üzere, hantal devlet çöküntü içinde, inşaat molozu gibi. Uğultu var, gürültü var, şiddet var.
Tüm bu olumsuzluklara rağmen dünyanın birçok ülkesinde ve Türkiye’de temsil için seçimler oluyor, yarışan partiler kazanıyor veya kaybediyor. Bizde bu yarış çok eşitsiz şartlarda oluyor çünkü yüzde 10’luk baraj sistem tarafından istenmeyen muhalefete karşı silah yapılmış: 30 yıldan fazladır böyle. Dahası, bazı partiler diğerlerinin varlıklarına saygı duymuyor, hatta onları yok saymaya devam ediyor. Demokrasilerde siyasî partiler birbirlerini yok saydıklarında nasıl yarışabilirler, neyle yarışabilirler?..
Partilerin seçenek yaratamayan tıkanmaları, iktidar partisinin televizyon kanallarının ve yazılı basının önemli bir çoğunluğunu ele geçirmiş olması, toplumsal ve düşünsel hayatımızı doğrudan etkileyen edebiyat ve sanat kurumlarının, şehir ve kültür alanlarının tahribatı veya engellenmesi ya da iktidar odaklarına dönüştürülmesi, ilk ve orta öğrenim alanlarının ilkesiz, dağınık, yöntem ve ilke dışı muhafazakâr bir hedefle kuşatılması, üniversitelerde kadrolaşma yoluyla özgür bilim üretiminin kısırlaşması, sosyal medyanın da benzer hedeflerle sık sık dinamitlenmesi: işte son on yılımızın özeti budur. 7 Haziran 2015 seçimlerinden hemen önce sokak savaşına benzeyen saldırılar, bombalamalar oldu Türkiye’de. Çoğu Halkların Demokratik Partisi’ne (HDP) yönelikti, ama diğer partilere de tek tük saldırı oldu. Nihayet “Kürt anasını görmesin” barajı aşıldı, üstelik etnik ağırlıklı bir siyasî Kürt muhalefetinden çok daha geniş yelpazeye yayılmış bir siyasî örgüt tarafından. Baraj aşıldı ve halk, oylarıyla son on yılın özeti olan kuşatmayı, önyargıyı örgütleyen zihinleri ve onların boğucu sınırlarını yıktı. HDP, Gezi isyanıyla şehre geri kazandırılmaya başlanan renkleri bize geri getirdi. Sosyal ve kültürel eşitliğe birkaç adım daha atılmış oldu.
Seçimlerine giden yolda AKP fenomeni
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) fenomeni 13 yıl sürdü, hâlâ da sürünerek sürüyor. Kürt illeri büyük ölçüde 1990’lardaki Özal efsanesine takılı kaldığından çoğunluğu önce AKP’yi refahı yükseltecek bir güç gibi gördü, “belki kaderimiz bu parti ile değişir” diye düşündü. Aslında, ülke her bölgesinde biraz olsun refah bekliyordu. Örtülü yurt içi yurt dışı ödeneklerle, örtüsüz vergilerle bu refah kısmen karşılandı. İlk döneminden sonra, 2007’de AKP’ye bağlılık arttı, bağımlılık başladı. Bunun en önemli nedenlerinden biri de askerî vesayete dava açabilme cesareti göstermiş bir parti olmasıydı. Faili meçhuller ortaya çıkacak sandı halk. Ancak ne refah ne de dava sağlıklı bir süreklilik inşa etmek üzere kurgulanmadı. Refah da palyatif oldu, dava da birçok hatalarla ve eksiklerle sürdürüldü, bazı insanlar yok yere mağdur edildi, yargılanması gerekenlerden numunelik birkaçı beş yıldızlı butik cezaevlerinde kısa süreli ağırlandı.
Kürtler arasında alternatif yaratmak için, üstelik arkasında onca bedel biriktirmiş olan parti geleneği (Demokratik Toplum Partisi ve sonra Barış ve Demokrasi Partisi) ise tüm çalışanlarıyla birlikte cezaevi, kapatılma, yeniden cezaevi yeniden kapatılma ve böyle giden bir talihle karşı karşıya kaldı. On bine yakın kişi tutuklandı. Hâlâ bunlardan en az dörtte biri tutuklu. AKP Kürtlerin muhalefetini temsil eden bu parti geleneğini tanımazlıktan geldi, ona hakaretler yağdırdı. 2015 seçimleri öncesi bu hakaretleri doruk noktasına taşıdı.
Tam iki yıl önce her renkten düşünceden kentlilerin Gezi’deki özgürlük isyanını amansızca bastırmaya yeltendi, “polislere destan yazdırttı”. Gençler öldü. 2013 Newroz’undan sonra “barış sürecine girdik artık insanlar ölmüyor” yorumları da birkaç ay sonra Taksim Meydanı’nda gaza boğuldu. İktidar partisinin Suriye üzerinden beş yıldır yürüttüğü Kürtleri köşeye sıkıştırma yollu “güvenlik” projesi daha büyük sosyal, siyasal, ekonomik çıkmazlar yarattı.
CHP son ana kadar kararsız kaldı
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) önce milliyetçiliğinin dozunu arttırır gibi oldu, demodeliğini sürdürdü, ancak son seçimler öncesi hiç olmazsa ekonomik alanda bir çağdaşlaşma atılımı yaptı ve insan hak ve hukuku konusunda bazı ilkesel duruşlar sergiledi. Bunlara rağmen CHP barış müzakereleri konusunda bir kuvvet gösteremedi, hep çelişkili mesajlar verdi; zaman zaman Kürt nefreti zaman zaman da Kürt hoşgörüsü sergileyen üyeleri oldu. CHP önyargılarından kurtulamadı, AKP karşısında güçlü bir siyasal seçenek gösteremedi ve olduğu yerde saydı. Oysa, çok önceden AKP zayıflasın diye HDP’nin meclis çalışmalarını destekleyebilir, insan hak ve hukukunda, yargı konusunda, anadilde eğitim konusunda çok açık bir tavır gösterebilirdi. Öyle yapmadılar, hatta anayasa komisyonunda en temel hak olan anadilde eğitim hakkını savunan kendi üyesini dahi protesto eden tavırlar ortaya koydular. Yeniden, yeniden milliyetçiliğe savruldular. Çağdaş hakları, çeşitliliğin dinamiğini izleyebilselerdi belki de böylelikle gerçek sosyal demokratlardan daha fazla oy alabilirlerdi. Daha fazla alabilecekleri oy HDP oyunu eksiltmeyecekti. Daha fazla alacakları oy AKP’den bıkmış liberal sempatizanlardan gelecekti. Ama olmadı, oyları yerinde saydı. CHP’den HDP’ye giden oylar asla ödünç oylar değildir, HDP’ye oy verenler çağdaş ilkelerin yarattığı ufkun cazibesi ile tercihlerini yaptılar.
Kürtlerden, Ermenilerden, Alevilerden nefret edenler Türkleri de sevemezler
Millietçi Hareket Partisi (MHP) milliyetçiliğin en katı ve ilkel noktasında ayak diredi, ancak yolsuzluklar ve güvenlik yasası konusunda tavır aldı, Cumhurbaşkanının aşırı benmerkezci tavrını eleştirmede geri kalmadı; özgürlükler ve demokrasiden sık sık söz etti, yargıdaki bozulmayı sürekli gündeme aldı. Ne var ki, bu duruşun temel altyapısı olan çoğul olana kabul ve saygı meziyetini gösteremedi. Barış sürecini ortadan kaldırarak bir kazanç sağlayabileceğini düşündü ve en kötüsü HDP’yi farklı bir parti olarak tanıma fikrine hiç yanaşmadı. Tamamen geriye düştü, kısmî olarak nefret oylarından topladı. Demokrasilerde buna kazanç denemez, istikrarsızlığa yol açmak denebilir ancak. MHP “demokrasinin temel ilkesi birden çok parti gerektirir” anlayışı noktasına bir türlü gelemedi. 1970’lerin ikinci yarısında kurulan Milliyetçi Cephe hükümetlerinin sağ “plüralizm”ine inandı hep. Kanımca Türkleri de kalpten sevemedi, onları efsaneden sevdi. Oysa, Türklerin de değişime çok ihtiyacı var ve Türkler arasında milliyetçiliğin kendilerine bir şey kazandırmadığını anlayanların sayısı arttı. MHP’nin en büyük engeli değişen dünyanın gelişen değerlerini idrak edememektir. HDP’yi yok saymanın aslında çağdaş değer ve ilkelere sırt çevirmek olduğunu analiz edemiyorlar. Onlar hâla milliyetçi nefret ve antikomünizm, anti-Kürt, anti-Ermeni, ve Türk sevmeyen dar yolun yolcuları. İnkârcılığa sadık bir duruşları var. Bu durum da geçici düşmanlıklardan biraz oy toplamalarına yardımcı oldu. Diğer artan oyları hukuksuzluğa ve yolsuzluğa isyan eden milliyetçilerden geldi.
Eğer diğer iki eski muhalefet partisiyle koalisyona girip seçim öncesi savunduğu diktatörlük karşıtı duruşuna geri dönemezse, MHP yeniden baraj altında kalma ihtimali yüksek olan bir parti. Ancak Meral Akşener eş-başkan olursa belki bir nebze nefret söylemi azalabilir. Oysa, yolsuzluklar ve güvenlik yasası ile mücadele edip yol temizliği için koalisyon yapabilirdi muhalefet partileriyle. Ancak o zaman geleceğe doğru bir ufuk yakalayabilirdi. Belki Türkleri de sevebilirdi, sınırdaki Türkmenleri daha aktif savunabilirdi. MHP koalisyon tartışmasında "HDP’ye bakanlık vermeyi tabanımıza anlatamayız" diyor. “Kürt anasını görmesin”den “Kürt bakan olmasın”a geldik. "Gelişme"ye bak!
HDP’nin yükselişi Türkiye’yi demokratik dünyaya yaklaştırıyor
Halkların Demokrasi Partis (HDP) sistemin bilinen partilerinden biri değil; büyük acılarla birlikte çağdaş dünyanın tüm sevinçlerini taşıyor. Bir yandan 1990’lı yılların Halkın Emek Partisi (HEP) geleneğinin devamı, bir yandan da eşitsizlik ve hukuksuzlukların kenara savurduğu her topluluğun ve her bireyin temsilciliğini üstlenmeye çaba sarf ediyor. HEP geleneğinin muazzam direnci ve gelişiminde etkin olan en büyük güçleri, kadınlarla eşit paylaşılan siyasete inanmalarıdır. Hatta bu konuda Türkiye’deki bütün kadın örgütlerine örnek olup güç vermişlerdir. Bununla beraber, emeğin ve doğa dengesinin ilkesel rolü de bu partiye çok şey katmıştır. İşte temsilî demokrasi bu çağdaş ilkelerin barajı aşması noktasında işe yaradı. Türkiye’de çok bulaşıcı bir siyasî hastalık olan protokol/vazgeçilmez güç/statü zaafına kapılmaması için bu partiye bütün emek verenler ve destekleyenler denetimlerini esirgememeli.
Seçim sonuçları uzlaşma talep ediyor, insanlar barış ve özgürlük istiyor
Halk “uzlaşma kültürüne ihtiyacımız var” dedi. Adeta, “bir taraftan tam kopup öteki tarafa savrulamıyoruz, kendinizi toparlayın” dedi. Çünkü halkta üst akıl talebi kısmen azaldı. Özgüven ve sorgulama yetisi biraz olsun arttı. İPSOS’un araştırmasına göre uzlaşma arzusunu da en çok HDP’ye oy veren altı milyondan fazla kitle dile getirdi. HDP seçmeninin yüzde 87’si, genelde de yurttaşların yüzde 76’sı uzlaşma talep ediyor. Bu sayılar aslında birbirlerine çok yakın, çünkü bu insanların ihtiyaçları birbirlerinden hiç de farklı değil: Hak, özgürlük ve dolayısıyla özgüven sahibi olmak, herkesin en temel ihtiyacı. Ekmeğini baskı altında bir kenara itilerek yemek isteyen insan yoktur.
Koalisyon neden çok önemli? Çünkü çoğulculuğu gündelik siyasî kültüründe yaşamayı bilmeyenlerin uzlaşmaya bir biçimde zorlanması gerekiyor. Siyaset bir diyalog, görüşme, paylaşma, uzlaşma işi, birilerinin kafasında boza pişirme işi değil. Politik faaliyetlerde çatışma potansiyeli ne kadar varsa, aynı derecede, hatta bazen daha da çok işbirliği dürtüsü ve gereksinimi vardır. Ağır ağır demokratikleşme, kandırılarak “ileri demokrasi” söylemleri Türkiye’yi çok yordu. Daha hızlı demokratikleşmesi lâzım, doğrudan katılımcı ve radikal adımlarla. Dolayısıyla muhalif konumda 13 yıl geçiren partiler seçim öncesinde hemfikir oldukları temel konularda işbirliğinin bir biçimini yaratmak zorundalar, yurtseverlik bunu gerektirir. Bu fırsatı engellemek isteyen AKP erken seçimden yana, yani hem yüzde 10 barajını bir kez daha nefretle kullanmak istiyor hem de örtülü örtüsüz tüm olanakları, hatta hem cumhurbaşkanlığına hem de başbakanlığa ait çift örtülü ödeneği seferber ederek “belki oyumu arttırırım” diye hesap yapıyor. Halkı dışarda bırakan analizlerle yoluna devam etmek peşinde… Oysa seçim sonuçları "Halksız analizler"e son, "devlet adamı" efsanesine son mesajı verdi, paylaşmayı öğrenmenin güzel bir başlangıcı oldu barajın yıkılması.
Türkiye’de önceden de koalisyonlar oldu, ayrıca İtalya yarım yüzyılını koalisyonlarla geçirdi. İtalya bugün Avrupa’nın en güçlü demokrasilerinden biridir. Koalisyon kimseyi bozmaz, işleri yozlaştırmaz, ama ırkçılık, tekçilik ve şovenizm tüm işleri ve duyguları yerle bir ediyor.
Bugün nasıl, ne olabilir
Türkiye’de siyaset emekçilerinin uzlaşma kültürünü kendi aklına uyarlaması gerekiyor. Öyle görünüyor ki, bunu başarmaya en yakın kadrolar eşbaşkanlık sistemini benimsemiş, ittifaklara alışmaya başlamış, kendi kimliğini genişleterek güçlendirmeye çalışan HDP kadrolarıdır. “Devlet adamı” efsanesinden en fazla uzaklaşabilmiş kadrolar bunlardır. Üstelik “devlet kadını”na da yanaşmazlar, çünkü çoğul platformda yarışmak için devlet kimliğine bürünmek olmaz. Şimdi bu durumda, AKP ile MHP milliyetçiliğini perçinlemek halkın istediği bir seçenek değil. Ve barış sürecini tehlikeye sokar. Böyle bir koalisyon Suriye, sınır, göçmen gerginliğini çok arttırır. Halkın istediği seçenek AKP’nin beklemeye alınması. Yani HDP, CHP ve MHP’nin 1. Yolsuzluklar, 2. Baskıcı güvenlik yasası 3. Yargı bağımlılığı 4. Sınır güvenliği ve göçmenlerin sorunlarını çözmeye yönelik ilk adım atabilecek davaları, yasaları başlatmak ve seçime bir yıl sonra barajı da düşürmüş olarak gitmek… Bu yapılabilir. Böylece son beş yılın tüm olumsuzluklarını sırtında taşımaya başlayan “Türkiye”leşmek kavramı yerine temel noktalarda Demokratikleşmek ana hedef olur. CHP-AKP koalisyonu barış sürecini şimdikinden daha geriye götürmez, belki CHP’nin sosyal demokrasi konusunda güçlenmesine yol açabilir. Ancak, yolsuzluk ve yargı krizi çözülemez. Bu da çelişkileri arttırır.
Sadece ve sadece tamamen uzlaşılan maddeler üzerinde çok hızlı bir yasama yapılabilir. MHP’nin en yetkili kişileri TV kanallarından hem “vatandaşın seçimine saygı duyduğunu” belirtiyor hem de “HDP’yi tanımam, onun olduğu bir yerde olmam” diyor. Bu ne yaman çelişki! Altı milyondan fazla insanın onay verdiği bir partiyi tanımam demek oy verenlerin tümüne hakaret anlamına gelir. Halkın talebi uzlaşma, koltuk pazarlığı değil; hiçbir partinin “en vazgeçilmezi ben olayım” deme hakkı yoktur Türkiye’nin bu koşullarında.
Ne var ki, her yönden sıkıştırılmış, özgüven eksikliği yaşayan, geçim sıkıntısı çeken muhafazakâr bireyler “baş” illetinden kurtulamadı. Ülkenin partiler etrafında pervane olanlarının büyük çoğunluğu hâla tek lider özlemi taşıyor, güçlü bir liderin her şeye kadir olduğunu düşünebiliyor, ya da çaresizlikten “baş”a bel bağlıyor. Bu baş sendromu toplumsal cinsiyet açısından dilimize çok hâkim hâlâ; birçok tartışma baş kavramıyla dilleniyor. Örneğin “iki başlı” olmak kötü, “çok başlılık” felaket, “başlık” kadını satın alma parası, “başında bir erkek olsun” ailenin tek bir erkek güdümünde örgütlenmesi, “kadın başına” zayıflık ve başsızlık çağrıştırıyor. Bu minvalde medya, askerî çağrışımı da katarak tuhaf bir çoğulluğu dilinden bırakmıyor: “kurmaylar”. Her haber programında partilerin kurmaylarıyla toplanmasından, kurmaylarına danışılmasından, kurmaylarıyla koalisyon değerlendirilmesinden söz ediliyor. Hiç birinin aklına politika emekçileri terimi gelmiyor, basın emekçilerini bile unutup, basın kurmaylarından söz edilebiliyorlar. Atışlar ise hiç eksik olmuyor siyasetin dilinden; ayağına sıkmak, tetiklemek, kalesini fethetmek, kuşatmak. Kurmay gücü uzlaşma kültürünün gelişmesi önünde en önemli engellerden biri. Eril tekillik çoğul seçeneklere kolay kolay alan yaratmaz.
Sadece yolsuzluk ve kadın cinayetleri konusunda koalisyon bile uzlaşma yolu açar. Cinsiyet ayrımcılığı ile etkin ve kesin bir mücadele uzlaşma kültürünün ilk ve en önemli adımı olacaktır. Kimse kimseye stop lambası dayatmasın.